Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir nitelik alır.
23 Aralık 2012 Pazar
ENVER PAŞA ve SARIKAMIŞ HAREKATI
22 Aralık Türk tarihi açısından önemli bir gün ve bir dönüm noktasıdır. Sarıkamış Harekatı'nın 98. yıldönümünde Gençlik ve Spor Bakanlığı 5-6 Ocak tarihlerinde gençliği harekatın düzenlendiği yere götürme kararı aldı. Maksat gençlere bugünlere nasıl gelindiğini göstermek. Elbette tarihin tekerrür düşüncesinden yola çıkarak bu çok yerinde bir harekettir. Ancak bizler bu harekatın neden yapıldığını, sonucunda neler olduğunu bilmekle de mükellefiz.
1 Kasım'da Osmanlı hududunu geçerek taarruz hareketleri yapan Ruslara karşı 7-20 Kasım arasında Köprüköy ve Azap mevkilerinde gerçekleşen ve Türk ordusunun üstünlüğüyle sonuçlanan muharebeler sonrası çok sayıda zaiyat veren 3. Ordu geri çekilmiş, Rusların üzerine gidememiştir. Bu olay Türk ordusunun Ruslara karşı yetersiz olmasına karşın mağlup olmayacağı kanaatini uyandırmıştır. Bu zaferden sonra Başkomutan Vekili Enver Paşa Rusları kuşatıcı bir harekatın başarılı olduğu takdirde 93 Harbi'nde kaybedilen toprakları geri alabileceğini ve diğer Türk devletleriyle buluşmak için bir kapı açacağını bu harekatla mümkün görüyordu. Sarıkamış Harekatı'nın yapılma nedeni kısaca bu şekildedir.
Sonucuysa 90 bin şehit ve şehit katili olarak yaftalanmış yüzyıllık bir yalandır. Enver Paşa 1922 yılında 40 yaşındayken Ruslara karşı Tacikistan'da savaşırken, mitralyöz kurşunuyla atının üzerinde bir bayram sabahı, askerlerine hücum emri verirken şehit düşmüştür. Onun öldüğü gün henüz Türkiye yeni bir cumhuriyete kavuşamamış, ülkenin yeni sınırları bile çizilememiştir. Bu yüzdendir ki onunla Sarıkamış Harekatı'na katılan diğer komutanlar kendi hatalarını da Enver'in üzerine yıkmaktan çekinmemiştir. Kendilerine cevap verecek müdafileri olmadığı için ve belki de böyle olması her birinin işine geldiği için kimse çıkıpta Enver'in nasıl bir komutan olduğunu söyleme gereği duymamıştır. O'nun hiç haketmediği bir mevkide bulunduğunu ve erlik vasfından bile aciz olduğunu söyleyenler bile olmuştur. Bu insanlar Enver Paşa Sarıkamış Harekatı'nda ne kadar suçlu (!) ise o kadar günahkar oldukları halde.
Enver, eski Türk geleneğine sadık bir insan olarak ordunun en önünde savaşabilen gözü kara bir askerdir. Hiçbir durumda vatanı için ölmekten çekinmeyecek bir kahraman olduğunu göstermiş, kendisine yapılan suikast girişimlerini de geri püskürtmeyi bilmiştir. Elbette ki hatalarla dolu bir ömrü vardır. Ama o ve onun gibi vatanperver askerler devleti yıkılma arefesinde kucaklarında bulmuşlar, onu kurtarmak için kendilerine göre haklı buldukları ama tecrübesiz yöntemleri uygulamayı devam ettirmişlerdir. İkinci Abdulhamid'in başında bulundukları bir yönetimle belki daha başarılı olabilirler, devleti müşkül durumdan belki daha farklı bir şekilde kurtarabilirlerdi. Tarihin akışının nasıl olacağını kimse bilemez elbette.
Sarıkamış Harekatı'nda 90 bin şehit Rusların savaş sonunda ortaya attıkları gerçekle alakası olmayan bir iddiadır. Enver Paşa Batum'da Milli Mücadele'de kendi payına düşeni yapmak için Sakarya Meydan Muharebesi'nin sonunu beklemiş ve kazanılan zaferle geri dönmüş ve Türkistan'a yönelmiştir. Enver'in o dönem Milli Mücadele'ye katılmamasının sebebi, orduda ayrılığa sebep olmak istememesidir. Zira o dönemde Enver Paşa'nın ordu içerisinde seveni pek fazladır. Ama o buna engel olmak için yönünü Ruslarla başka cephede savaşmak için Türkistan'a çevirmiştir. 90 bin şehit iddiaları bu dönemde daha da fazla destekçi bulmuştur ve Enver Paşa'nın hem orduda, hem Anadolu'da prestijini azaltmayı amaçlamıştır. Başarılı olduğu belli oluyor ki hala şehit sayısı 90 bin olarak biliniyor. Sarıkamış'ta verilen şehit sayısı Ziya Nur Aksun'a göre 35 bindir. Bunlara zaiyat olarak bahsedilen gazi ve hastalıktan ölenleri eklediğimizde 50 bin civarında bir sayı bulmuş oluruz. Ayrıca Genelkurmay'ın arşivlerinde zaiyat sayısı 60 bin kişi olarak verilmiştir. Bütün bunları bir kenara bıraksak bile o dönem birçok cephede savaşan ve daha sonrada savaşacak olan bir devletin bu derece kayıp verdiği düşünülemez. Ayrıca Enver Paşa harekatın başarısız olacağını anladığında askeriyle en önde savaşıp ölmeyi düşünmüş fakat etrafındakiler buna engel olarak kendisinin İstanbul'a dönmesinin daha hayırlı olacağını belirtmişlerdir.
Sarıkamış bu cihette değerlendirildiğinde yapılması gereken bir harekattır. Fakat gerek Enver Paşa'dan gerekse diğer komutanlardan kaynaklanan ve uygunsuz hava şartları neticesinde başarısız olmuş bi savaş olarak tarihteki yerini almıştır. Sarıkamış'ta verdiğimiz şehitlerin ve Enver Paşa'nın ruhu şad olsun. Enver Paşa hain değil, vatanı için her türlü fedakarlığı yapabilecek büyük bir vatanperver ve şehit adıyla anılması gereken büyük bir kahramandır. Onun hayallerine bugün hala ihtiyaç vardır. Tarih onun haklılığını da yazacaktır.
yazan: ali duygu
24 Kasım 2012 Cumartesi
Vilayetlerle Osmanlı Atlası
Osmanlı taşrasında idaresi taksimat 1864 yılına kadar Abbasi, Selçuklu ve Moğol idari gelenğinden gelen eyalet (beylerbeylik) sistemine dayanıyordu. Sistem; timar uygulaması esas alınarak yapılandırılmıştı ve eyaletlere bağlı sancaklar temel yapı birimlerini oluşturuyordu.
Timar uygulamasının bozulması, iltizam usulünün yaygınlaşması ve taşrada Ayanların ortaya çıkmasıyla eyalet sisteminde aksama ve çözülmeler başladı. II. Mahmud’un saltanatında girişilen ıslahat sürecinde eyalet sisteminde de değişikliklere gidildi. 1826’dan sonra eyaletler, geniş askerî ve mali yetkileri bulunan müşirlerin idaresi altına verilerek, müşîriyet şeklinde düzenlendi.
Tanzimattan sonra girişilen batı tarzı restorasyon, taşra yönetiminde de etkili oldu. Bu süreçte taşra teşkilatı yapı ve işleyiş yönünden tamamen değiştirilmiş, Fransız ”département “ sistemi, taşraya uygulanmaya başlandı.
Önce kısmen Lübnan’da ve ardından Balkanlarda yürürlüğe konulan vilayet usulü, 1867’de çıkarılan yeni bir vilayetler nizamnamesi ile genişletildi ve tüm Osmanlı topraklarına yaygınlaştırıldı. Böylece taşra örgütlenmesinde Eyalet sistemi tamamen kaldırılarak Fransa’dan örnek alınan (départemen) vilayet usulüne geçildi.
tarihvemedeniyet.org
17 Kasım 2012 Cumartesi
Gök Çökmedikçe Yer Delinmedikçe...
22 Haziran 735'te Bilge kağan'ın oğlu Tengri Kağan tarafından dikilen yazıtta, yöneticilerin halka eziyet etmemesi söylenir. Bilge Kağan'ın Zehirlenerek öldürüldüğünden bahsedilmez.
Bilge Kağan Yazıtında Neler Yazılı
Yazıtın kuzey yüzünde Bilge Kağan, oğlunu Türgiş kağanının kızıyla büyük bir törenle evlendirdiğini anlatır. Bu evlilik hiç kuşkusuz siyasetin bir parçasıdır. Onun kağanlık döneminde refah düzeyi yükselmiştir."Doğuda gündoğusuna, güneyde gün ortasına, geride gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar uzanan geniş topraklar ele geçirilmiş; Türk halkı için sarı altınlar, beyaz gümüşler, ipekli kumaşlar, has atlar, aygırlar, samur ve sincap kürkleri kazanılmıştır." Bilge Kağan, sık sık yöneticilerin halka eziyet etmemesini ve yazdırdıklarının dikkate alınmasını salık verir.
Yazıtın doğu yüzünde Bilge Kağan babası İlteriş öldüğünde "Sekiz yaşımda kaldım" bilgisini verir: "Töreye göre amcam kağan oldu. yoksulu zengin etti, az halkı çok kıldı." Ardından kendi kağanlık döneminin başlangıcını anlatır. Bu bölümde çevresindeki diğer Türk kavimlerine, Tangut, Soğd, Çin gibi yabancı kavimlere yapılan başarılı savaşlar betimlenir.
Güney yüzünün son altı satırında oğlu Tengri Kağan'ın ağzından babası Bilge Kağan'ın ölüm haberi duyurulur: "Babam kağan, köpek yılının onuncu ayının yirmialtıncı gününde vefat etti. Domuz yılının beşinci ayının yirmiyedisinde yoğ töreni düzenledim. Törene Çin'den 500 kişilik bir heyet geldi. Cenazede bunca halk saçlarını, yanaklarını ve kulaklarını kesti."
Batı yüzünde ise bir şiiri andırmaktadır: "Bilge kağan uçtu. İlkbaharda yukarıdaki göğün davulu gümbürdercesine, dağlarda geyikler böğürürcesine yas tutuyorum".
Yazıt Nasıl Yorumlanıyor
Yazıt, Bilge Kağan'ın ölümünden (25 Kasım 734) sekiz ay sonra, 22 Haziran 735 tarihinde, oğlu Tengri Kağan tarafından dikilmiştir. Kül Tigin mezar külliyesinin 1 km. güneyindedir. Doğu yüzünde, Bilge'nin Kağan olduğu yıl (716) şiddetli bir kıtlıktan söz edilir. Ekonomik güçlük, askeri harekatı zorunlu kılar. Kıtlık yılında Bilge Kağan'ın Türk ve proto Moğol boylara karşı iki yıl sürecek seferler başlatılması (716-718), geniş sürüler elde ederek halkın ve askerin beslenme sorununu giderme amaçlıdır. Seferlerde izlenilen güzergahlardaki toponimlerin verilmesiyle, dönemin coğrafyası ve boyların yerleşim yerleri hakkında bilgileniriz. Güney yüzü, Maymun yılında (720) Çin'le yapılan savaşta ilk gün 14 bin Çin atlısının, ikinci gün yayaların öldürüldüğü bilgisini verir. Bu ve diğer sayılar, gerçeği yansıtmayan simgesel rakamlardır. Yazıtın tarihsel olayları öne çıkaran propagandist bir üslubu olsa da, devlet (il), yasa (törü) ve ölüm sözkonusu olduğunda şiirselleşir:"Türk ve Oğuz beyleri, halkı! Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk halkının ilini töresini kim bozabilirdi? Kutsal Ötüken dağlarını bırakıp gitmenizle kanınız ırmak gibi aktı, kemikleriniz dağ gibi yığıldı. Bu tutumunuz yüzünden amcam kağan (Kapgan) vefat etti." Burada Kapgan'ın ölümünden halkın sorumlu tutulması ilgi çekici olduğu kadar, Bilge Kağan'ın maiyetindeki güvenilir biri tarafından zehirlenerek öldürüldüğünden (734) hiç bahsedilmemesi dikkate şayandır. Bilge'nin ölümünden sonra yapılan yoğ törenine katılanların saç, yanak ve kulaklarını kesmesi bir başka geleneğin habercisidir: Ölüm algılamasının teatral parçası olan yüz çizme, saç yolma gibi eylemler, Asya ve Avrupa Hunları'nda da görülür. Yazıt eski Türk ekonomi sisteminin temelini at ve ipeğin, sincap ve samur kürklerinin, altın ve gümüş eşyaların oluşturduğu bilgisini sunarken, kervan taşımacılığını aksatmanın savaş nedeni olduğunu ortaya koyan cümleler içerir. Yaklaşık 90 satırlık yazıtın bir ayı aşkın bir sürede tamamlanması, taşa kazılma işleminin güçlüğünü ortaya koymaktadır.
Ntv tarih- Kasım sayısı
Bilge Kağan Yazıtında Neler Yazılı
Yazıtın kuzey yüzünde Bilge Kağan, oğlunu Türgiş kağanının kızıyla büyük bir törenle evlendirdiğini anlatır. Bu evlilik hiç kuşkusuz siyasetin bir parçasıdır. Onun kağanlık döneminde refah düzeyi yükselmiştir."Doğuda gündoğusuna, güneyde gün ortasına, geride gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar uzanan geniş topraklar ele geçirilmiş; Türk halkı için sarı altınlar, beyaz gümüşler, ipekli kumaşlar, has atlar, aygırlar, samur ve sincap kürkleri kazanılmıştır." Bilge Kağan, sık sık yöneticilerin halka eziyet etmemesini ve yazdırdıklarının dikkate alınmasını salık verir.
Yazıtın doğu yüzünde Bilge Kağan babası İlteriş öldüğünde "Sekiz yaşımda kaldım" bilgisini verir: "Töreye göre amcam kağan oldu. yoksulu zengin etti, az halkı çok kıldı." Ardından kendi kağanlık döneminin başlangıcını anlatır. Bu bölümde çevresindeki diğer Türk kavimlerine, Tangut, Soğd, Çin gibi yabancı kavimlere yapılan başarılı savaşlar betimlenir.
Güney yüzünün son altı satırında oğlu Tengri Kağan'ın ağzından babası Bilge Kağan'ın ölüm haberi duyurulur: "Babam kağan, köpek yılının onuncu ayının yirmialtıncı gününde vefat etti. Domuz yılının beşinci ayının yirmiyedisinde yoğ töreni düzenledim. Törene Çin'den 500 kişilik bir heyet geldi. Cenazede bunca halk saçlarını, yanaklarını ve kulaklarını kesti."
Batı yüzünde ise bir şiiri andırmaktadır: "Bilge kağan uçtu. İlkbaharda yukarıdaki göğün davulu gümbürdercesine, dağlarda geyikler böğürürcesine yas tutuyorum".
Yazıt Nasıl Yorumlanıyor
Yazıt, Bilge Kağan'ın ölümünden (25 Kasım 734) sekiz ay sonra, 22 Haziran 735 tarihinde, oğlu Tengri Kağan tarafından dikilmiştir. Kül Tigin mezar külliyesinin 1 km. güneyindedir. Doğu yüzünde, Bilge'nin Kağan olduğu yıl (716) şiddetli bir kıtlıktan söz edilir. Ekonomik güçlük, askeri harekatı zorunlu kılar. Kıtlık yılında Bilge Kağan'ın Türk ve proto Moğol boylara karşı iki yıl sürecek seferler başlatılması (716-718), geniş sürüler elde ederek halkın ve askerin beslenme sorununu giderme amaçlıdır. Seferlerde izlenilen güzergahlardaki toponimlerin verilmesiyle, dönemin coğrafyası ve boyların yerleşim yerleri hakkında bilgileniriz. Güney yüzü, Maymun yılında (720) Çin'le yapılan savaşta ilk gün 14 bin Çin atlısının, ikinci gün yayaların öldürüldüğü bilgisini verir. Bu ve diğer sayılar, gerçeği yansıtmayan simgesel rakamlardır. Yazıtın tarihsel olayları öne çıkaran propagandist bir üslubu olsa da, devlet (il), yasa (törü) ve ölüm sözkonusu olduğunda şiirselleşir:"Türk ve Oğuz beyleri, halkı! Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk halkının ilini töresini kim bozabilirdi? Kutsal Ötüken dağlarını bırakıp gitmenizle kanınız ırmak gibi aktı, kemikleriniz dağ gibi yığıldı. Bu tutumunuz yüzünden amcam kağan (Kapgan) vefat etti." Burada Kapgan'ın ölümünden halkın sorumlu tutulması ilgi çekici olduğu kadar, Bilge Kağan'ın maiyetindeki güvenilir biri tarafından zehirlenerek öldürüldüğünden (734) hiç bahsedilmemesi dikkate şayandır. Bilge'nin ölümünden sonra yapılan yoğ törenine katılanların saç, yanak ve kulaklarını kesmesi bir başka geleneğin habercisidir: Ölüm algılamasının teatral parçası olan yüz çizme, saç yolma gibi eylemler, Asya ve Avrupa Hunları'nda da görülür. Yazıt eski Türk ekonomi sisteminin temelini at ve ipeğin, sincap ve samur kürklerinin, altın ve gümüş eşyaların oluşturduğu bilgisini sunarken, kervan taşımacılığını aksatmanın savaş nedeni olduğunu ortaya koyan cümleler içerir. Yaklaşık 90 satırlık yazıtın bir ayı aşkın bir sürede tamamlanması, taşa kazılma işleminin güçlüğünü ortaya koymaktadır.
Ntv tarih- Kasım sayısı
16 Kasım 2012 Cuma
Sayan Dağları’nda Dukha Türkleri
Kasım sayısında uzak Moğolistan’ın kuzeybatı sınırında, Sayan Dağları’nda ren geyikleriyle birlikte mevsimlik göçerlik yaşayan, kışın da yayladan kışlağa inen Dukha Türklerini ele alan
Atlas Dergisi dünyadaki benzerlerinden çok üstün durumda
Atlas Coğrafya ve Keşif dergisi gelecek yıl 20’nci yaşını tamamlayacak. İşletme ve yayıncılık açısından başarı gösteren bir süre, dünyadaki benzerlerine göreyse çok genç. Fakat genç “Atlas” yüksek bir niteliğe ulaştı. Her sayıda bilinmeyen Türkiye’yi yeni köşeleriyle tanıttı ve bu tanıtma yazıları üniversite gençliğini uzun yürüyüşlere, dağcılığa ve mağara keşiflerine yöneltti. Atlas dünyaya da açıldı. İlginç makaleler ortaya çıktı. Hiç abartma sayılmamalıdır; bu dergidünyadaki benzerlerinden üstündür ve müstakil keşifleri var. Kasım sayısında Selcen Küçüküstel uzak Moğolistan’ın kuzeybatı sınırında Sayan Dağları’nda ren geyikleriyle birlikte mevsimlik göçerlik yaşayan, kışın da yayladan kışlağa inen Dukha Türklerini ele alıyor. Avcılık, toplayıcılığın ötesinde at ve ren geyiği besleniyor ama bir yandan da kışın çocuklar okulda okuyor... Gençlerin eğitimi gelenekselin dışına çıktığına göre bir zamanlar ülkemizde de bulunan bizim yerli göçerler gibi istikbalin ne olacağı belli; eriyecekler ve yerleşecekler... Ve tanımadığımız Kıpçak grubundan bir lehçeyle konuştukları anlaşılan bu kavmin tanıtıcı tarihî belgelerinden biri “Atlas” dergisinin Kasım 2012 sayısı olacak.
Selcen Küçüküstel gitmeden yerel lehçeyi de bir hayli çalışmış. Ata binmeyi biliyor, sıradan gazeteci ve gezgin değil. Atlas dergisi grubunun en önemli özelliği bu; Selcen’in yerel halkla kurduğu ilişki, coğrafyayı tanımlaması ve tanıtması eşsiz. Dukhaların ren geyiği bakımındaki ustalıkları, coğrafyadaki rolleri, taygada sürdükleri hayat sayfalar boyu en ustaca çekilmiş fotoğrafların eşliğinde tasvir ediliyor. İlginç adetlerin yaşadığını gördüm. İslamiyet öncesi dönemlerde Türkler temizlik için suyu hiç kullanmazlar deniyordu. Bu gerçi mümkün değil; Dukhalar nehirde sabun ve deterjan kullanarak temizlenmiyorlar. Suyu mutlaka bir kovayla dışarı alarak temizlik için kullanıyorlar. Nehir tertemiz... İhtiyacı olan bitkileri ziyan etmemek için yeter miktarda topluyorlar. Çevre ile şefkatli bir bağları var. “Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır” diyorlar.
Göçün zamanı ve hedefini ren geyiklerinin ve ihtiyaçları olan gıdanın tayin ettiği açık ama artık başka unsurlar da sıraya girmiş gibi görünüyor. Her sayıda olduğu gibi dergide Türkiye coğrafyasının ve arkeolojisinin çevre problemlerini anlatan başka makaleler, gözlem ve gezi notları da var (Çukurova ve İznik gibi). Nihayet Bakü’ye, Kosova’ya uzanan gezi ve gözlemler bu sayıda Türkiye dışına açılan yazılarıdır. “Atlas” yaşaması ve yaşatılması gereken bir dergi.
Kaderin bağlılığı
10 Kasım 1938, Türkiye’nin önderi Dolmabahçe Sarayı’nda sonsuzluğa göçtüğünde önce Büyük Millet Meclisi toplandı, İsmet Paşa’yı reisicumhur seçti ve cenaze için hazırlıklara başlandı. Cenazenin Ankara’ya nakli, Etnografya Müzesi’nin geçici kabir olarak seçilmesi ve önüne bir katafalk yapılması ve naaşının burada muhafaza altına alınması, 1938 Kasım’ının 21’inci gününü bulmuştur. Cenaze milletlerarası muhteşem bir törenle kaldırıldı. Katafalkın hazırlanması için hükümet Türkiye’de bulunan ünlü bir mimarı görevlendirdi. 20’nci yüzyılın büyük komutan ve devlet adamıyla, büyük bir mimarının kader ortaklığı da böylece ortaya çıktı. Bruno Taut 1880’de bugünkü Königsberg’de doğan bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Alman kültürüne ekseri Alman Yahudileri gibi en üst düzeyde vakıftı. Mimarlık sanatı ve teorisi üzerindeki eserleri el’an okunur. 1914’te Köln’deki ünlü Werkbund sergisinde, sergiden de ünlü Cam Evi (Glashause) ile meşhur olmuştur. Kendisine ekspresyonist deniyorsa da büyük mimarları etkilemiştir. Solcuydu. Nazilerin iktidarı aldığı 1933 yılında Sovyetler Birliği’ndeydi. Tacikistan’da sosyalizmin fakir başkenti Duşenbe’de dahi bina yapmıştı. Naziler ona “kültür bolşevisti” diyordu. Almanya’yı derhal terk etti.Avrupa bütün Alman entelektüellerine gösterdiği soğukluğu ona da tattırdı. 1936’da yeni Türkiye ona güzel sanatlar akademisinde profesörlük verince ülkemize sığındı. Arada Japonya’da da bulunmuştu. O dönemin Türkiye’deki etkisi Ortaköy’de Emin Vafi Korusu’ndaki Japon pagodası tipindeki evdir (Maalesef orijinal inşaatta bazı değişiklikler yapılmıştır). Hayatımda Ankara Atatürk Lisesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi yerde bulunmamın asıl faydası onun dünya mimarlık literatürüne geçen bu iki eserinin yakından tanımam oldu.
Eski Ankara’nın kasım ayı soğuklarında büyük saygı duyduğu Atatürk’ün cenazesi için tasarladığı katafalktı süratle tamamlamak için uğraşırken zatürreeye tutuldu. Atatürk’le aynı yılda doğmuştu, ölümü de onun gibi 1938’de 24 Aralık’ta kaldırıldığı İstanbul’daki hastanede oldu. Toparlanamadığı için enfarktüs geçirdi. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilen ilk ve tek gayrimüslimdi. Bütün eserleri arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve Atatürk Lisesi ve Trabzon Lisesi kadar onu ifade edeni, onun aklı başında ve ekonomik kullanımlı mimarisini temsil edeni yok denir. Bu iki eserin sonradan geçirdiği anlamsız değişiklikleri ve ilaveleri tashih ederek Taut’un mirasını saygılıca korumalıyız.
İlber Ortaylı
11.11.2012
13 Kasım 2012 Salı
Tarih Şuuru
Hayat canlı bir organizma gibidir; gelenek ve göreneklerimiz, yönetim sistemimiz,yemeklerimiz, elbiselerimiz her gelen günle değişiyor. Bu değişmeler hayatın dinamizminin bir sonucudur; fosilleşmesinin önüne ancak bünyesinde taşıdığı muharrik güçle geçmektedir.
Canlılığın kaçınılmaz bir özelliği olan değişmelerde bizi toplum olarak devam ettiren tarih şuurudur. Bu şuur eksik olursa, her renkten renge girişimizde kendimizi milletçeyeni bir kişiliğe kavuşmuş zannederiz; bu da milli şuurumuzun parçalanmasına, şizofrenik bir hal almasına sebep olur.
Hayatımızda yer alan bütün sosyal ve tabii olayların geçmişleri vardır. Günlükhayatımızdaki bu olayları izah etmedikçe onlarla ilişkimiz uyurgezerlik seviyesindedir. Onları izah ettikçe hayatımızdaki yerlerini kavrar, daha iyi nasıl olabileceklerine dair kafa yormanın ihtiyacını duyarız. Tarih şuurundan yoksun kişi ve toplumlar kendilerini ancak bir vasıta, bir alet, bir gölge, nasıl ortaya çıktıklarını bilmeyen bir parça sanırlar. Bundan dolayı da kendi varlıklarının devamını, mutluluklarını başkalarında ararlar.
Bugün yaşadığımız an, yüzyıllar boyunca sürmüş mücadelelerin, heyecanlı yaşanmış haritaların yeni bir geleceğe açılan eşiğidir. Demek ki tarih, sadece keşfolunan ve yalnızca seyredilen kuru olaylar resmi geçidi değil, aynı zamanda önümüze konan bir hayattır. Bizi köksüzlükten kurtarıp, ebediyete akıp giden ırmağa dönüştüren, aynı kaderi paylaşan milletlerin arasında bize varlığımızı duyuran tarih şuurudur. Toplumda tarih şuuru halinde fonksiyonunu ifa eden bu fenomeni hazırlayan aydın beyinlerin ürünü olan tarih felsefesidir.
Tarih felsefesi halka bilgi olarak değil, irfan olarak yansır. Olayları belki yeterince izah edemez; ama onunla sezer. Milli mücadele zamanında okur yazar oranımızın yüzde on iki civarında olduğu söylenmektedir. Üniversite mezunlarımız parmakla gösterilecek kadar azdı. Elde kalan vatan parçasında ciddi bir otorite mevcut değildi; yani bölünmeye hazırdı. Dış tahrikler havsalaya sığmayacak düzeydeydi. İşte bu yıllarda İngilizler, Van’da Kürt beylerini topladılar. Onlara ayrı devlet kurmalarının lüzumunu anlattılar. İngilizleri dikkatle dinleyen Kürt beyleri, Ermeni devleti kurmak istediklerini hemen anladılar. Aynı senaryoyu Batı Anadolu’da da sahneye koymaya çalıştılar. Orada kurulmak istenen Çerkez devletine karşı en şiddetli tepki Çerkezlerden geldi. Gerek doğudaki; gerekse batıdaki insanımızda bulunan milli şuur, oynanan oyunun sezilmesine vesile oluyor, bağımsızlığımızın temelini teşkil ediyordu.
Sovyet Rusya, Afganistan’ı ele geçirmek istedi. Aralarında mukayese edilemeyecek kadar güç farkı bulunmasına rağmen, sert iklimin çocukları Afganlılar vatanlarını Ruslara mezar yaptılar. Gelen düşmanı teşhiste güçlük çekmiyorlardı; bu, birliklerinisağlamaya yetiyordu. Ruslara karşı başarılı savunma yapan Afganlılar, karşılarında düşman yokken iç barışlarını sağlamakta aynı başarıyı elde edemediler. Çünkü milli şuurları zayıftı; küçük bir farklılığın tahriki ortalığı cehenneme çevirmeye yetiyordu. Her ülkede tahrik edilecek farklılıklar bulunabilir; ama milli şuurları güçlü cemiyetlerde tahrikler etkilerini gösteremezler. Alman milletinde Katolikler, Protestanlar vardır; sayıları da birbirine yakındır. Tahrikle Katolik, Protestan çatışması çıkarmak mümkün mü? Geçmişteki acılardan elde ettikleri tarih felsefesiyle analizini yaptıkları milli şuurlarını sarsmak kabil mi?
Milli şuur gökten zembille inmez. Metafizik atmosfer, tarih bilgisi, milli acılar ve benzeri faktörler milli şuuru oluştururlar. Ama onun beslendiği en önemli kaynak tarih şuurudur; ondan mahrum kalan milli şuur, susuz kalmış çiçek gibi kurur.
Mehmed Niyazi
26.08.2006
12 Kasım 2012 Pazartesi
Ntv Tarih Kasım Sayısı
Ntv Tarih kasım sayısıyla bayiilerde.
Bu ay dergide 1915
Zorunlu İskan Politikası'nın 100. yılına yaklaşırken Anadolu'da 1915 öncesi
yaşayan ermeniler anlatılıyor. Kendisi de zorunlu iskana tabi tutulan ve
Fransa'ya yerleşen bir ermeni ailesinin ferdi olan P. B. Paboudijan ile yapılan
röportaj ve bu kitaptan yapılan alıntılarla farklı bir açıdan döneme ışık tutacak.
Ayrıca bozkırın sahipsiz çocukları abdalların tarihini,
yaşam tarzlarını, inanışlarını uzmanların yorumlarıyla anlatıyor. Büyük usta
Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı" isimli cd siyle beraber.
10 Kasım 2012 Cumartesi
Cemil Meriç'ten
Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik.
Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık
cihanda, bir de küffar…
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları…
İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu.
Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben
Avrupalıyım” demeye başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve
kulağına:
“Hayır delikanlı” diye fısıldadılar, “sen bir-az
gelişmişsin.”
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu
idam yaftasını, bir “nişân-ı zîşân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.
Cemil Meriç - Bu Ülke
Atatürk İçin Bulunan Diğer Soyadları
Soyadı kanunu kabul edildikten sonra Mustafa
Kemal'e soyadı bulunması için adeta tayakkuza geçilir.
Hatta CHP meclis Grubu'inde dilci tarihçi
üyelerden oluşan
bir komisyon kurulur.
Atatürk’ten önce 13 soyadı önerildi. Mustafa Kemal
14. soyadı kabul etti.
1- Kemal Etel-Etil
(Attila’nın adının orijinal söylenişidir. Büyük nehir, ırmak demektir)
2- Kemal Etelalp
(Altay dilinde büyük kahraman anlamına geliyor)
3- Kemal Korkut
(Korkusuz, yavuz, heybetli)
4- Kemal Arız
(Türk kahramanlarından Alp Arız’dan esinlenerek
önerilmiş)
5- Kemal Ulaş
(Bir Türk kahramanı Ulaş oğlu
Salur Kazan’ın
ismi)
6- Kemal Yazır
(Türk kahramanı Yağlıkçı oğlu Yazır’ın ismi)
7- Kemal Emen
(Türk kahramanı Ucen oğlu Emen Beg’in ismi)
8- Kemal Çoğaş
(Güneş,
ışık anlamına geliyor)
9- Kemal
Salır
(Türk kahramanlarından birinin adı)
10- Kemal Begit
(Sağlam,
kavi anlamına
geliyor)
11- Kemal Ergin
(İrfan
sahibi, mütekamil
demektir)
12- Kemal Tokuş
(Türk kahramanı adı: Ertokuş-Cengaver)
13- Kemal Beşe
(Mümtaz, seçkin anlamına geliyor)
Sizinde bulunan soyadlardaki Türk hakimiyetini
dikkatiniz çekmedi mi?
8 Kasım 2012 Perşembe
TIBBİYELİ HİKMET
Bugün Marmara Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan
İstanbul Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye, Aralık 1918’de işgal edilmişti. Ocak
1919’da İngilizler bizim bu yegâne tıp fakültemizi karargâh hâline getirdiler.
Kapılara nöbetçiler dikildi. Bahçede devriyeler dolaşmaya başladı. Bugün de
İstanbul’u büyüleyen güzelliğine yeni bir aidiyet mührü olarak yeni ve milli
bir kimlik kazandıran o biblo kadar zarif saat kulelerine makineli tüfekler
yerleştirildi.
Öğrenciler yataklarından atıldılar.
Tuvaletlere girmeleri yasaklandı.
Resmi kıyafetle dolaşmaları yasaklandı.
Nizamiye kapısından girmeleri yasaklandı.
Püsküllü fes takmaları yasaklandı,
Toplantı yapmaları yasaklandı.
İşte o günlerde Dr. Talat Bey, öğrencilere Mustafa Kemal
Paşa’nın Erzurum’dan sonra Sivas’ta da bir kongre düzenleyeceğini müjdeledi,
kongreye katılmak için aralarından iki temsilci seçmelerini istedi.
Toplantı yapmak yasaklandığı için öğrenciler okulun
hamamında bir araya geldiler. Üçüncü sınıf öğrencisi Hikmet ile Yusuf Naci’yi
delege seçtiler. Yol masrafları için para toplamaya karar verdiler. Fakat ancak
950 kuruş toplayabilmişlerdi. 50 kuruş da yıllar sonra ordinaryüs profesörlüğe
yükselip Egeli soyadını alacak olan arkadaşları Ekrem Şerif’ten aldılar.
Böylece 1000 kuruşları oldu.
Fakat bu 1000 kuruş iki kişinin seyahat masraflarını
karşılayamazdı. Bu sebeple Yusuf Naci hakkından feragat etti, arkadaşı Hikmet,
diğer İstanbul delegeleri olan İsmail Fazıl Paşa ve İsmail Hami Bey’lerle
beraber Sivas’a gitti.
Parola: Ya İstiklâl Ya Ölüm
Manda meselesinin müzakere edildiği günün gecesinde Mustafa
Kemal Paşa, odasında Denizli temsilcileri Necip Ali ve Yusuf Bey’lerle, Şeyh
Hacı Fevzi Efendi, Ahmet Nuri Bey’ler ve diğer bazı delegelerle görüşüyordu.
Konu manda ve müzaheretti.
İstanbul’dan Sivas’a kadar manda taraftarı İsmail Fazıl Paşa
ve İsmail Hami Bey’le birlikte geldiği halde, İdealizminden hiçbir şey
kaybetmediği anlaşılanHikmet arkalardan sesini yükseltti.
-Paşam! Murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya
İstiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler!
Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa
olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı muhal manda fikrini siz de kabul
ederseniz sizi de red ederiz.
Bu kararlı duruş Mustafa Kemal Paşa’yı son derece memnun
etti. Belki ona kuvvet de verdi. Ve dedi ki:
- Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe
güveniyorum. Biz ekalliyette kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız
tektir ve değişmez: Ya İstiklâl Ya Ölüm!
Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelecek, 23
Nisan 1920’de Meclis açılacak, böylece o güne kadar kongre kararlarıyla
yürütülen milli mücadeleyi artık milli irade istikâmetlendirecektir.
Tıbbiyeli Hikmet Kimdir?
Sivas Kongresi’nde diğer bazı delegelerle birlikte
İstanbul’u temsil eden Tıbbiyeli Hikmet ünlü sunucumuz Orhan Boran’ın
babasıdır. Ahmet Necip Günaydın’ın verdiği bilgilere göre 1910 yılında
Balıkesir’in Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta-telgraf memuru Hakkı Bey’in
oğludur. Tıbbiye’nin kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ta arkadaşlarıyla beraber
silahlı düşman askerleri ile korunan okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk
bayrağı asmıştır. Farkında olunmasa bile her yıl 14 Mart’ta kutlanan işte bu
bayrak asma olayıdır. Hikmet daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılacak, 1922’de
eğitimini tamamlayıp askeri doktor olarak göreve başlayacaktır.
Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra Sivas Kongresi’nin biricik
ateşli genç tıbbiyelisinin nerede olduğunu sormuştur. Maksadı onu milletvekili
yapmaktır.Hikmet Bey o sıralarda Albay rütbesi ile bir asker hastahanesinde
başhekim olarak görev yaptığı halde Paşa’ya onun öldüğünü söylemişlerdir. Oysa
Türkiye bu vatansever evladını 1945’te kaybedecektir.
Kaynak: Necdet Sevinç, İstiklâl Harbi'nde etnik ihanet, s.
142-43-44
5 Kasım 2012 Pazartesi
Osmanlı, Mescid-i Nebevî'de Peygamberimiz'in Hatırasını Yaşatmıştı
Mescid-i Nebevî Osmanlı döneminde en büyük onarımı, Sultan Abdülmecid döneminde aslına sadık kalınarak geçirmişti.
Mekke gibi Medine de Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Mescid-i Nebevî tamir edilmiş ve yenileme çalışmaları yapılmıştı. Tanzimat hükümdarı Sultan Abdülmecid 387 yıl önemli bir onarım ve yenileme görmeyen Hz. Peygamber'in mescidini yeniden inşa ettirdi. Haremeyn tarihi konusunda dünyadaki sayılı uzmanlardan Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı bu konuda birçok araştırma yapmıştır.
HAREMEYN'İN HİZMETİNDE
Mescid-i Nebevî'nin uzun zamandır önemli bir imar ve yenileme görmediği, bundan dolayı da büyük bir kısmının harap olmaya yüz tuttuğu yönünde rapor verilince, sultanın emriyle bir keşif yapıldı. Sultan Abdülmecid 1849 sonlarında mescidi kendisinden önceki yapılanlara bağlı kalmadan yeniden inşa etmeye karar verdi.
Sultan Abdülmecid, Mescid-i Nebevî'yi Osmanlı selâtin camileri gibi dört sütun üzerinde tek kubbeli olarak yaptırmak istedi, ancak mescidin özel durumu sebebiyle bundan vazgeçti. Hz. Peygamber'in "Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir" şeklindeki hadisi bu kararda rol oynamıştı.
İslâmiyet'in ilk döneminden hatıralar taşıyan sütunların da yer aldığı Ravza-i Mutahhara ile Hz. Peygamber'in defnedildiği Hz. Aişe'nin odası Hücre-i Saadet'in, Mescid-i Nebevî'nin diğer bölümlerden farklı olduğunun gösterilebilmesi gerekliliği, tek kubbeli yapılmasına izin vermiyordu. Bundan dolayı Mescid-i Nebevî'nin yeniden inşası planlanırken Ravza-i Mutahhara ile Hücre-i Saadet ayrı bölümler olarak tasarlandı.
PEYGAMBERİMİZ'İN HATIRASI YAŞATILDI
Mescidin tamiratı 1861'de bitirildi. Mescid-i Nebevî'de gerçekleştirilen her türlü düzenleme ve yeniliğin Hz. Peygamber'in uygulama ve hatırasına uygun olması için yapım süresince şehrin ileri gelenleri ile fakihlerin sürekli olarak onayları alındı. Sultan Abdülmecid durumu bizzat takip edip, zaman zaman uyarılarda bulundu.
Mescidin batı duvarı, minber, mihrap ve ana minare sağlam ve orijinal olduğundan hiç dokunulmadı. Geriye kalan kısmının tamamı yenilenip, zeminine mermer döşendi ve mescidin alanı 10 bin 939 metrekareye ulaştı.
Taş rengine benzer bir şekilde boyanan sütunların başlıkları altınla süslendi ve sütunlar üzengiler üzerinde birleşen kirişlerle birbirine bağlandı. Sütun başlıkları altınla süslenirken kıble duvarı Osmanlı çinileriyle kaplandı.
OSMANLI HATLARI
Hattat Abdullah Zühdi Efendi, üç yıl süren bir çalışmadan sonra Hücre-i Saadet'i, Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnaklarını, kıble duvarı başta olmak üzere duvarlarını, kapılarını, mihrap ve sütunlarını kuşak halinde celî-sülüs tarzında âyetler, hadisler, Hz. Peygamber'in ve mescidinin adları ve sıfatlarıyla tezyin etti. Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnağına ve kıble duvarına, âyetler, hadisler ve Hz. Peygamber'in sıfatları nakşedildi.
Abdullah Zühdi'nin, Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnağı ve kıble duvarlarına yazdığı Hz. Muhammed'le ilgili celî-sülüs âyet ve kasideler, celî-sülüs zeren-dûd, "Aman lafzı senin ismi şerîfinle müsâvidir / Onunçün âşıkınzârı amandır yâ Resûlallah" levhası hat sanatımızda Hz. Peygamber'le ilgili meşhur levhaların başında gelir.
Sultan Abdülmecid kendisinden önceki Osmanlı padişahları gibi Mescid-i Nebevî'nin tefrişine ayrı bir önem verdi. İstanbul ve Kahire'den en güzel seccadeler ve halılar gönderildi. İstanbul ve Mısır'dan yollanan malzeme ve eşya hariç 750 bin mecidiyenin harcanması, yapılan yatırımın büyüklüğünü göstermektedir.
Mescid-i Nebevî
Hz. Peygamber 24 Eylül 622 Cuma günü Medine'ye girdiğinde kendisini davet edenleri kırmamak için devesi Kasvâ'nın çöktüğü yere en yakın olan evde konaklayacağını ilan etmişti. Daha sonra Kasvâ'nın çöktüğü alan Mescid-i Nebevî'nin yeri olarak belirlendi. Mescid-i Nebevî'nin Eylül 622'de başlayan inşası Nisan 623'te tamamlandı. Mescidin ilk şekli, taş temel üzerine tek sıra kerpiçten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarıyla kuşatılarak üstü açık biçimde, yaklaşık bin 22 metrekarelik bir alanı kapsıyordu. Mescidin kıblesi başlangıçta Kudüs'e yönelikti ve üç kapısı vardı. Kıble Hicret'ten on altı veya on yedi ay sonra Kudüs'ten Mekke'deki Kâbe'ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı.
Mescid-i Nebevî Müslümanlar'ın sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince 628'de yeni ilâvelerle genişletildi. Yaklaşık 2 bin 433 metrekarelik bir alana ulaşan Mescid-i Nebevî kare planlı hale geldi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevî'nin Hz. Peygamber'in namaz kıldırdığı yerine yağmur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerine bir sundurma yapıldı.
Hz. Ömer zamanında tavanı yükseltilen ve kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevî'nin alanı 4 bin 88 metrekare oldu. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevî genişletilerek yeniden inşa edildi. Mescid-i Nebevî'nin alanı yaklaşık 5 bin 378 metrekareye ulaştı. Emeviler zamanında mescit iki misline yakın büyütüldü. Memlûk devleti döneminde de mescitte tamirat ve yenileme faaliyetleri yapıldı.
Suûdîler ve Mescid-i Nebevî
Suûdîler döneminde 1949'da başlayıp 1955'te tamamlanan ilk genişletme sırasında Mescid-i Nebevî 16 bin 326 metrekarelik alana ulaştı. 22 Ekim 1955'te bazı İslâm devlet başkanlarının da katıldığı açılış töreni yapıldı. Mescid-i Nebevî'nin tarihinde en büyük genişletme ve imar faaliyeti 1984-1994 yılları arasında gerçekleştirildi. Mescidin alanı 98 bin 326 metrekare olurken Mescid-i Nebevî damı ve avlusuyla, aynı anda 650 bin kişinin ibadet edebileceği 400 bin metrekarelik bir alanı kaplıyordu. Minarelerin sayısı ise ona çıkarıldı.
İlk Osmanlı imarı
Osmanlı hâkimiyeti altına girdikten sonra Mescid-i Nebevî'de ilk imar faaliyeti Kanunî zamanında yapıldı. 1531-1540 yılları arasında İstanbul'dan gönderilen mimar ve ustalar hücre-i saadetin batı duvarı başta olmak üzere Mescid-i Nebevî'yi onarıp, yenilediler.
Padişahlar yarıştı
Kanunî'den sonra II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman, I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid Mescid-i Nebevî'de bazı tamirat ve yenilemeler gerçekleştirdiler.
Erhan Afyoncu
04.11.2012
Bugün
Mekke gibi Medine de Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Mescid-i Nebevî tamir edilmiş ve yenileme çalışmaları yapılmıştı. Tanzimat hükümdarı Sultan Abdülmecid 387 yıl önemli bir onarım ve yenileme görmeyen Hz. Peygamber'in mescidini yeniden inşa ettirdi. Haremeyn tarihi konusunda dünyadaki sayılı uzmanlardan Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı bu konuda birçok araştırma yapmıştır.
HAREMEYN'İN HİZMETİNDE
Mescid-i Nebevî'nin uzun zamandır önemli bir imar ve yenileme görmediği, bundan dolayı da büyük bir kısmının harap olmaya yüz tuttuğu yönünde rapor verilince, sultanın emriyle bir keşif yapıldı. Sultan Abdülmecid 1849 sonlarında mescidi kendisinden önceki yapılanlara bağlı kalmadan yeniden inşa etmeye karar verdi.
Sultan Abdülmecid, Mescid-i Nebevî'yi Osmanlı selâtin camileri gibi dört sütun üzerinde tek kubbeli olarak yaptırmak istedi, ancak mescidin özel durumu sebebiyle bundan vazgeçti. Hz. Peygamber'in "Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir" şeklindeki hadisi bu kararda rol oynamıştı.
İslâmiyet'in ilk döneminden hatıralar taşıyan sütunların da yer aldığı Ravza-i Mutahhara ile Hz. Peygamber'in defnedildiği Hz. Aişe'nin odası Hücre-i Saadet'in, Mescid-i Nebevî'nin diğer bölümlerden farklı olduğunun gösterilebilmesi gerekliliği, tek kubbeli yapılmasına izin vermiyordu. Bundan dolayı Mescid-i Nebevî'nin yeniden inşası planlanırken Ravza-i Mutahhara ile Hücre-i Saadet ayrı bölümler olarak tasarlandı.
PEYGAMBERİMİZ'İN HATIRASI YAŞATILDI
Mescidin tamiratı 1861'de bitirildi. Mescid-i Nebevî'de gerçekleştirilen her türlü düzenleme ve yeniliğin Hz. Peygamber'in uygulama ve hatırasına uygun olması için yapım süresince şehrin ileri gelenleri ile fakihlerin sürekli olarak onayları alındı. Sultan Abdülmecid durumu bizzat takip edip, zaman zaman uyarılarda bulundu.
Mescidin batı duvarı, minber, mihrap ve ana minare sağlam ve orijinal olduğundan hiç dokunulmadı. Geriye kalan kısmının tamamı yenilenip, zeminine mermer döşendi ve mescidin alanı 10 bin 939 metrekareye ulaştı.
Taş rengine benzer bir şekilde boyanan sütunların başlıkları altınla süslendi ve sütunlar üzengiler üzerinde birleşen kirişlerle birbirine bağlandı. Sütun başlıkları altınla süslenirken kıble duvarı Osmanlı çinileriyle kaplandı.
OSMANLI HATLARI
Hattat Abdullah Zühdi Efendi, üç yıl süren bir çalışmadan sonra Hücre-i Saadet'i, Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnaklarını, kıble duvarı başta olmak üzere duvarlarını, kapılarını, mihrap ve sütunlarını kuşak halinde celî-sülüs tarzında âyetler, hadisler, Hz. Peygamber'in ve mescidinin adları ve sıfatlarıyla tezyin etti. Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnağına ve kıble duvarına, âyetler, hadisler ve Hz. Peygamber'in sıfatları nakşedildi.
Abdullah Zühdi'nin, Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnağı ve kıble duvarlarına yazdığı Hz. Muhammed'le ilgili celî-sülüs âyet ve kasideler, celî-sülüs zeren-dûd, "Aman lafzı senin ismi şerîfinle müsâvidir / Onunçün âşıkınzârı amandır yâ Resûlallah" levhası hat sanatımızda Hz. Peygamber'le ilgili meşhur levhaların başında gelir.
Sultan Abdülmecid kendisinden önceki Osmanlı padişahları gibi Mescid-i Nebevî'nin tefrişine ayrı bir önem verdi. İstanbul ve Kahire'den en güzel seccadeler ve halılar gönderildi. İstanbul ve Mısır'dan yollanan malzeme ve eşya hariç 750 bin mecidiyenin harcanması, yapılan yatırımın büyüklüğünü göstermektedir.
Mescid-i Nebevî
Hz. Peygamber 24 Eylül 622 Cuma günü Medine'ye girdiğinde kendisini davet edenleri kırmamak için devesi Kasvâ'nın çöktüğü yere en yakın olan evde konaklayacağını ilan etmişti. Daha sonra Kasvâ'nın çöktüğü alan Mescid-i Nebevî'nin yeri olarak belirlendi. Mescid-i Nebevî'nin Eylül 622'de başlayan inşası Nisan 623'te tamamlandı. Mescidin ilk şekli, taş temel üzerine tek sıra kerpiçten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarıyla kuşatılarak üstü açık biçimde, yaklaşık bin 22 metrekarelik bir alanı kapsıyordu. Mescidin kıblesi başlangıçta Kudüs'e yönelikti ve üç kapısı vardı. Kıble Hicret'ten on altı veya on yedi ay sonra Kudüs'ten Mekke'deki Kâbe'ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı.
Mescid-i Nebevî Müslümanlar'ın sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince 628'de yeni ilâvelerle genişletildi. Yaklaşık 2 bin 433 metrekarelik bir alana ulaşan Mescid-i Nebevî kare planlı hale geldi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevî'nin Hz. Peygamber'in namaz kıldırdığı yerine yağmur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerine bir sundurma yapıldı.
Hz. Ömer zamanında tavanı yükseltilen ve kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevî'nin alanı 4 bin 88 metrekare oldu. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevî genişletilerek yeniden inşa edildi. Mescid-i Nebevî'nin alanı yaklaşık 5 bin 378 metrekareye ulaştı. Emeviler zamanında mescit iki misline yakın büyütüldü. Memlûk devleti döneminde de mescitte tamirat ve yenileme faaliyetleri yapıldı.
Suûdîler ve Mescid-i Nebevî
Suûdîler döneminde 1949'da başlayıp 1955'te tamamlanan ilk genişletme sırasında Mescid-i Nebevî 16 bin 326 metrekarelik alana ulaştı. 22 Ekim 1955'te bazı İslâm devlet başkanlarının da katıldığı açılış töreni yapıldı. Mescid-i Nebevî'nin tarihinde en büyük genişletme ve imar faaliyeti 1984-1994 yılları arasında gerçekleştirildi. Mescidin alanı 98 bin 326 metrekare olurken Mescid-i Nebevî damı ve avlusuyla, aynı anda 650 bin kişinin ibadet edebileceği 400 bin metrekarelik bir alanı kaplıyordu. Minarelerin sayısı ise ona çıkarıldı.
İlk Osmanlı imarı
Osmanlı hâkimiyeti altına girdikten sonra Mescid-i Nebevî'de ilk imar faaliyeti Kanunî zamanında yapıldı. 1531-1540 yılları arasında İstanbul'dan gönderilen mimar ve ustalar hücre-i saadetin batı duvarı başta olmak üzere Mescid-i Nebevî'yi onarıp, yenilediler.
Padişahlar yarıştı
Kanunî'den sonra II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman, I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid Mescid-i Nebevî'de bazı tamirat ve yenilemeler gerçekleştirdiler.
Erhan Afyoncu
04.11.2012
Bugün
3 Kasım 2012 Cumartesi
DUKHA HALKI "KAYIP TÜRKLER"
Atlas Dergisi Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek ve fotoğrafçı Selcen Küçüküstel, Moğolistan'ın Kuzey sınırındaki Sayan Dağları yamaçlarında yaşayan ve Türkçe konuşan 'Dukha' adlı toplulukla 2 ay geçirdiler.
Yüksek ve Küçüküstel, dünyada benzeri olmayan özellikleriyle Türklerin en saf, en eski sırlarına sahip olduğu belirttikleri Dukhalar'ın çadırına konuk oldular. Dukhaları inceleyen Özcan Yüksek ve Selcen Küçüküstel, "Dukha Halkı Kayıp Türkler" adlı belgesel hazırladılar. Belgeselin tanıtımı bugün İstanbul'da gerçekleşti. Dukhalar için dünyadaki insanlardan çok farklı yaşadıklarını söyleyen Özcan Yüksek, "Tarih öncesini yaşayan ve bizimle aynı dili konuşan bir toplumla karşı karşıyayız" dedi. Yüksek, "Bundan 10 bin yıl önce insanların yaşadığı şekilde yaşıyorlar. Herşeyi ortaklaşa paylaşıyorlar. Aralarında eşitlikçi ilişkiler var. Suç işlenmiyorlar. Kadın erkekten ya da erkek kadından üstün değil. Ren geyikleriyle birlikte onların vahşi göç yollarında onlarla birlikte dolaşıyorlar" şeklinde konuştu.
Yeditepe Üniversitesi Kültürel antropoloji Bölümü Yüksek Lisans öğrencisi olan Selcen Küçüküstel de Dukhalarla çok çabuk anlaştığını bir hafta içinde günlük düzeyde konuşabilecek duruma geldiklerin söyledi. Küçüküstel, Dukhaların Türkçe kökenli bir dil konuştuklarını ve dillerinin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtti.
Moğolistan'a Tuva'dan gelen, avlarını paylaşan, ormanlardan yemiş toplayan, doğayla uyumlu ortaklaşmacı bir toplum olan Dukhalar, Sayan Dağları'nda yaşayan ve nesli hızla tükenen rengeyikleriyle birlikte göçebe olarak yaşıyor. Ren geyiklerinin sütü ve peyniriyle, topladıkları yaban yemişleriyle beslenen bu topluluğun Türk dilini konuşması dikkat çekiyor. Şaman inançlarını sürdüren Dukhalar, doğa ile çok özel ilişkiler içindeler. Kirlenmesin diye nehirlerde ellerini biler yıkamıyorlar.
29 Ekim 2012 Pazartesi
29 Ekim
“Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)