24 Kasım 2012 Cumartesi

Vilayetlerle Osmanlı Atlası


Osmanlı taşrasında idaresi taksimat 1864 yılına kadar Abbasi, Selçuklu ve Moğol idari gelenğinden gelen eyalet (beylerbeylik) sistemine dayanıyordu. Sistem; timar uygulaması esas alınarak yapılandırılmıştı ve eyaletlere bağlı sancaklar temel yapı birimlerini oluşturuyordu.
Timar uygulamasının bozulması, iltizam usulünün yaygınlaşması ve taşrada Ayanların ortaya çıkmasıyla eyalet sisteminde aksama ve çözülmeler başladı. II. Mahmud’un saltanatında girişilen ıslahat sürecinde eyalet sisteminde de değişikliklere gidildi. 1826’dan sonra eyaletler, geniş askerî ve mali yetkileri bulunan müşirlerin idaresi altına verilerek, müşîriyet şeklinde düzenlendi.
Tanzimattan sonra girişilen batı tarzı restorasyon, taşra yönetiminde de etkili oldu. Bu süreçte taşra teşkilatı yapı ve işleyiş yönünden tamamen değiştirilmiş, Fransız ”département “  sistemi, taşraya uygulanmaya başlandı.
Önce kısmen Lübnan’da ve ardından Balkanlarda yürürlüğe konulan vilayet usulü, 1867’de çıkarılan yeni bir vilayetler nizamnamesi ile genişletildi ve tüm Osmanlı topraklarına yaygınlaştırıldı.  Böylece taşra örgütlenmesinde Eyalet sistemi tamamen kaldırılarak Fransa’dan örnek alınan (départemen) vilayet usulüne geçildi.

tarihvemedeniyet.org

17 Kasım 2012 Cumartesi

Gök Çökmedikçe Yer Delinmedikçe...

22 Haziran 735'te Bilge kağan'ın oğlu Tengri Kağan tarafından dikilen yazıtta, yöneticilerin halka eziyet etmemesi söylenir. Bilge Kağan'ın Zehirlenerek öldürüldüğünden bahsedilmez.

Bilge Kağan Yazıtında Neler Yazılı

Yazıtın kuzey yüzünde Bilge Kağan, oğlunu Türgiş kağanının kızıyla büyük bir törenle evlendirdiğini anlatır. Bu evlilik hiç kuşkusuz siyasetin bir parçasıdır. Onun kağanlık döneminde refah düzeyi yükselmiştir."Doğuda gündoğusuna, güneyde gün ortasına, geride gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar uzanan geniş topraklar ele geçirilmiş; Türk halkı için sarı altınlar, beyaz gümüşler, ipekli kumaşlar, has atlar, aygırlar, samur ve sincap kürkleri kazanılmıştır." Bilge Kağan, sık sık yöneticilerin halka eziyet etmemesini ve yazdırdıklarının dikkate alınmasını salık verir. 

Yazıtın doğu yüzünde Bilge Kağan babası İlteriş öldüğünde "Sekiz yaşımda kaldım" bilgisini verir: "Töreye göre amcam kağan oldu. yoksulu zengin etti, az halkı çok kıldı." Ardından kendi kağanlık döneminin başlangıcını anlatır. Bu bölümde çevresindeki diğer Türk kavimlerine, Tangut, Soğd, Çin gibi yabancı kavimlere yapılan başarılı savaşlar betimlenir.

Güney yüzünün son altı satırında oğlu Tengri Kağan'ın ağzından babası Bilge Kağan'ın ölüm haberi duyurulur: "Babam kağan, köpek yılının onuncu ayının yirmialtıncı gününde vefat etti. Domuz yılının beşinci ayının yirmiyedisinde yoğ töreni düzenledim. Törene Çin'den 500 kişilik bir heyet geldi. Cenazede bunca halk saçlarını, yanaklarını ve kulaklarını kesti." 

Batı yüzünde ise bir şiiri andırmaktadır: "Bilge kağan uçtu. İlkbaharda yukarıdaki göğün davulu gümbürdercesine, dağlarda geyikler böğürürcesine yas tutuyorum".

Yazıt Nasıl Yorumlanıyor

Yazıt, Bilge Kağan'ın ölümünden (25 Kasım 734) sekiz ay sonra, 22 Haziran 735 tarihinde, oğlu Tengri Kağan tarafından dikilmiştir. Kül Tigin mezar külliyesinin 1 km. güneyindedir. Doğu yüzünde, Bilge'nin Kağan olduğu yıl (716) şiddetli bir kıtlıktan söz edilir. Ekonomik güçlük, askeri harekatı zorunlu kılar. Kıtlık yılında Bilge Kağan'ın Türk ve proto Moğol boylara karşı iki yıl sürecek seferler başlatılması (716-718), geniş sürüler elde ederek halkın ve askerin beslenme sorununu giderme amaçlıdır. Seferlerde izlenilen güzergahlardaki toponimlerin verilmesiyle, dönemin coğrafyası ve boyların yerleşim yerleri hakkında bilgileniriz. Güney yüzü, Maymun yılında (720) Çin'le yapılan savaşta ilk gün 14 bin Çin atlısının, ikinci gün yayaların öldürüldüğü bilgisini verir. Bu ve diğer sayılar, gerçeği yansıtmayan simgesel rakamlardır. Yazıtın tarihsel olayları öne çıkaran propagandist bir üslubu olsa da, devlet (il), yasa (törü) ve ölüm sözkonusu olduğunda şiirselleşir:"Türk ve Oğuz beyleri, halkı! Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk halkının ilini töresini kim bozabilirdi? Kutsal Ötüken dağlarını bırakıp gitmenizle kanınız ırmak gibi aktı, kemikleriniz dağ gibi yığıldı. Bu tutumunuz yüzünden amcam kağan (Kapgan) vefat etti." Burada Kapgan'ın ölümünden halkın sorumlu tutulması ilgi çekici olduğu kadar, Bilge Kağan'ın maiyetindeki güvenilir biri tarafından zehirlenerek öldürüldüğünden (734) hiç bahsedilmemesi dikkate şayandır. Bilge'nin ölümünden sonra yapılan yoğ törenine katılanların saç, yanak ve kulaklarını kesmesi bir başka geleneğin habercisidir: Ölüm algılamasının teatral parçası olan yüz çizme, saç yolma gibi eylemler, Asya ve Avrupa Hunları'nda da görülür. Yazıt eski Türk ekonomi sisteminin temelini at ve ipeğin, sincap ve samur kürklerinin, altın ve gümüş eşyaların oluşturduğu bilgisini sunarken, kervan taşımacılığını aksatmanın savaş nedeni olduğunu ortaya koyan cümleler içerir. Yaklaşık 90 satırlık yazıtın bir ayı aşkın bir sürede tamamlanması, taşa kazılma işleminin güçlüğünü ortaya koymaktadır.

Ntv tarih- Kasım sayısı



16 Kasım 2012 Cuma

Sayan Dağları’nda Dukha Türkleri


Kasım sayısında uzak Moğolistan’ın kuzeybatı sınırında, Sayan Dağları’nda ren geyikleriyle birlikte mevsimlik göçerlik yaşayan, kışın da yayladan kışlağa inen Dukha Türklerini ele alan 
Atlas Dergisi dünyadaki benzerlerinden çok üstün durumda
Atlas Coğrafya ve Keşif dergisi gelecek yıl 20’nci yaşını tamamlayacak. İşletme ve yayıncılık açısından başarı gösteren bir süre, dünyadaki benzerlerine göreyse çok genç. Fakat genç “Atlas” yüksek bir niteliğe ulaştı. Her sayıda bilinmeyen Türkiye’yi yeni köşeleriyle tanıttı ve bu tanıtma yazıları üniversite gençliğini uzun yürüyüşlere, dağcılığa ve mağara keşiflerine yöneltti. Atlas dünyaya da açıldı. İlginç makaleler ortaya çıktı. Hiç abartma sayılmamalıdır; bu dergidünyadaki benzerlerinden üstündür ve müstakil keşifleri var. Kasım sayısında Selcen Küçüküstel uzak Moğolistan’ın kuzeybatı sınırında Sayan Dağları’nda ren geyikleriyle birlikte mevsimlik göçerlik yaşayan, kışın da yayladan kışlağa inen Dukha Türklerini ele alıyor. Avcılık, toplayıcılığın ötesinde at ve ren geyiği besleniyor ama bir yandan da kışın çocuklar okulda okuyor... Gençlerin eğitimi gelenekselin dışına çıktığına göre bir zamanlar ülkemizde de bulunan bizim yerli göçerler gibi istikbalin ne olacağı belli; eriyecekler ve yerleşecekler... Ve tanımadığımız Kıpçak grubundan bir lehçeyle konuştukları anlaşılan bu kavmin tanıtıcı tarihî belgelerinden biri “Atlas” dergisinin Kasım 2012 sayısı olacak.
Selcen Küçüküstel gitmeden yerel lehçeyi de bir hayli çalışmış. Ata binmeyi biliyor, sıradan gazeteci ve gezgin değil. Atlas dergisi grubunun en önemli özelliği bu; Selcen’in yerel halkla kurduğu ilişki, coğrafyayı tanımlaması ve tanıtması eşsiz. Dukhaların ren geyiği bakımındaki ustalıkları, coğrafyadaki rolleri, taygada sürdükleri hayat sayfalar boyu en ustaca çekilmiş fotoğrafların eşliğinde tasvir ediliyor. İlginç adetlerin yaşadığını gördüm. İslamiyet öncesi dönemlerde Türkler temizlik için suyu hiç kullanmazlar deniyordu. Bu gerçi mümkün değil; Dukhalar nehirde sabun ve deterjan kullanarak temizlenmiyorlar. Suyu mutlaka bir kovayla dışarı alarak temizlik için kullanıyorlar. Nehir tertemiz... İhtiyacı olan bitkileri ziyan etmemek için yeter miktarda topluyorlar. Çevre ile şefkatli bir bağları var. “Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır” diyorlar.
Göçün zamanı ve hedefini ren geyiklerinin ve ihtiyaçları olan gıdanın tayin ettiği açık ama artık başka unsurlar da sıraya girmiş gibi görünüyor. Her sayıda olduğu gibi dergide Türkiye coğrafyasının ve arkeolojisinin çevre problemlerini anlatan başka makaleler, gözlem ve gezi notları da var (Çukurova ve İznik gibi). Nihayet Bakü’ye, Kosova’ya uzanan gezi ve gözlemler bu sayıda Türkiye dışına açılan yazılarıdır. “Atlas” yaşaması ve yaşatılması gereken bir dergi.
Kaderin bağlılığı
10 Kasım 1938, Türkiye’nin önderi Dolmabahçe Sarayı’nda sonsuzluğa göçtüğünde önce Büyük Millet Meclisi toplandı, İsmet Paşa’yı reisicumhur seçti ve cenaze için hazırlıklara başlandı. Cenazenin Ankara’ya nakli, Etnografya Müzesi’nin geçici kabir olarak seçilmesi ve önüne bir katafalk yapılması ve naaşının burada muhafaza altına alınması, 1938 Kasım’ının 21’inci gününü bulmuştur. Cenaze milletlerarası muhteşem bir törenle kaldırıldı. Katafalkın hazırlanması için hükümet Türkiye’de bulunan ünlü bir mimarı görevlendirdi. 20’nci yüzyılın büyük komutan ve devlet adamıyla, büyük bir mimarının kader ortaklığı da böylece ortaya çıktı. Bruno Taut 1880’de bugünkü Königsberg’de doğan bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Alman kültürüne ekseri Alman Yahudileri gibi en üst düzeyde vakıftı. Mimarlık sanatı ve teorisi üzerindeki eserleri el’an okunur. 1914’te Köln’deki ünlü Werkbund sergisinde, sergiden de ünlü Cam Evi (Glashause) ile meşhur olmuştur. Kendisine ekspresyonist deniyorsa da büyük mimarları etkilemiştir. Solcuydu. Nazilerin iktidarı aldığı 1933 yılında Sovyetler Birliği’ndeydi. Tacikistan’da sosyalizmin fakir başkenti Duşenbe’de dahi bina yapmıştı. Naziler ona “kültür bolşevisti” diyordu. Almanya’yı derhal terk etti.Avrupa bütün Alman entelektüellerine gösterdiği soğukluğu ona da tattırdı. 1936’da yeni Türkiye ona güzel sanatlar akademisinde profesörlük verince ülkemize sığındı. Arada Japonya’da da bulunmuştu. O dönemin Türkiye’deki etkisi Ortaköy’de Emin Vafi Korusu’ndaki Japon pagodası tipindeki evdir (Maalesef orijinal inşaatta bazı değişiklikler yapılmıştır). Hayatımda Ankara Atatürk Lisesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi yerde bulunmamın asıl faydası onun dünya mimarlık literatürüne geçen bu iki eserinin yakından tanımam oldu.
Eski Ankara’nın kasım ayı soğuklarında büyük saygı duyduğu Atatürk’ün cenazesi için tasarladığı katafalktı süratle tamamlamak için uğraşırken zatürreeye tutuldu. Atatürk’le aynı yılda doğmuştu, ölümü de onun gibi 1938’de 24 Aralık’ta kaldırıldığı İstanbul’daki hastanede oldu. Toparlanamadığı için enfarktüs geçirdi. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilen ilk ve tek gayrimüslimdi. Bütün eserleri arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve Atatürk Lisesi ve Trabzon Lisesi kadar onu ifade edeni, onun aklı başında ve ekonomik kullanımlı mimarisini temsil edeni yok denir. Bu iki eserin sonradan geçirdiği anlamsız değişiklikleri ve ilaveleri tashih ederek Taut’un mirasını saygılıca korumalıyız.

İlber Ortaylı
11.11.2012

13 Kasım 2012 Salı

Tarih Şuuru


Hayat canlı bir organizma gibidir; gelenek ve göreneklerimiz, yönetim sistemimiz,yemeklerimiz, elbiselerimiz her gelen günle değişiyor. Bu değişmeler hayatın dinamizminin bir sonucudur; fosilleşmesinin önüne ancak bünyesinde taşıdığı muharrik güçle geçmektedir.
Canlılığın kaçınılmaz bir özelliği olan değişmelerde bizi toplum olarak devam ettiren tarih şuurudur. Bu şuur eksik olursa, her renkten renge girişimizde kendimizi milletçeyeni bir kişiliğe kavuşmuş zannederiz; bu da milli şuurumuzun parçalanmasına, şizofrenik bir hal almasına sebep olur.
Hayatımızda yer alan bütün sosyal ve tabii olayların geçmişleri vardır. Günlükhayatımızdaki bu olayları izah etmedikçe onlarla ilişkimiz uyurgezerlik seviyesindedir. Onları izah ettikçe hayatımızdaki yerlerini kavrar, daha iyi nasıl olabileceklerine dair kafa yormanın ihtiyacını duyarız. Tarih şuurundan yoksun kişi ve toplumlar kendilerini ancak bir vasıta, bir alet, bir gölge, nasıl ortaya çıktıklarını bilmeyen bir parça sanırlar. Bundan dolayı da kendi varlıklarının devamını, mutluluklarını başkalarında ararlar.
Bugün yaşadığımız an, yüzyıllar boyunca sürmüş mücadelelerin, heyecanlı yaşanmış haritaların yeni bir geleceğe açılan eşiğidir. Demek ki tarih, sadece keşfolunan ve yalnızca seyredilen kuru olaylar resmi geçidi değil, aynı zamanda önümüze konan bir hayattır. Bizi köksüzlükten kurtarıp, ebediyete akıp giden ırmağa dönüştüren, aynı kaderi paylaşan milletlerin arasında bize varlığımızı duyuran tarih şuurudur. Toplumda tarih şuuru halinde fonksiyonunu ifa eden bu fenomeni hazırlayan aydın beyinlerin ürünü olan tarih felsefesidir.
Tarih felsefesi halka bilgi olarak değil, irfan olarak yansır. Olayları belki yeterince izah edemez; ama onunla sezer. Milli mücadele zamanında okur yazar oranımızın yüzde on iki civarında olduğu söylenmektedir. Üniversite mezunlarımız parmakla gösterilecek kadar azdı. Elde kalan vatan parçasında ciddi bir otorite mevcut değildi; yani bölünmeye hazırdı. Dış tahrikler havsalaya sığmayacak düzeydeydi. İşte bu yıllarda İngilizler, Van’da Kürt beylerini topladılar. Onlara ayrı devlet kurmalarının lüzumunu anlattılar. İngilizleri dikkatle dinleyen Kürt beyleri, Ermeni devleti kurmak istediklerini hemen anladılar. Aynı senaryoyu Batı Anadolu’da da sahneye koymaya çalıştılar. Orada kurulmak istenen Çerkez devletine karşı en şiddetli tepki Çerkezlerden geldi. Gerek doğudaki; gerekse batıdaki insanımızda bulunan milli şuur, oynanan oyunun sezilmesine vesile oluyor, bağımsızlığımızın temelini teşkil ediyordu.
Sovyet Rusya, Afganistan’ı ele geçirmek istedi. Aralarında mukayese edilemeyecek kadar güç farkı bulunmasına rağmen, sert iklimin çocukları Afganlılar vatanlarını Ruslara mezar yaptılar. Gelen düşmanı teşhiste güçlük çekmiyorlardı; bu, birliklerinisağlamaya yetiyordu. Ruslara karşı başarılı savunma yapan Afganlılar, karşılarında düşman yokken iç barışlarını sağlamakta aynı başarıyı elde edemediler. Çünkü milli şuurları zayıftı; küçük bir farklılığın tahriki ortalığı cehenneme çevirmeye yetiyordu. Her ülkede tahrik edilecek farklılıklar bulunabilir; ama milli şuurları güçlü cemiyetlerde tahrikler etkilerini gösteremezler. Alman milletinde Katolikler, Protestanlar vardır; sayıları da birbirine yakındır. Tahrikle Katolik, Protestan çatışması çıkarmak mümkün mü? Geçmişteki acılardan elde ettikleri tarih felsefesiyle analizini yaptıkları milli şuurlarını sarsmak kabil mi?
Milli şuur gökten zembille inmez. Metafizik atmosfer, tarih bilgisi, milli acılar ve benzeri faktörler milli şuuru oluştururlar. Ama onun beslendiği en önemli kaynak tarih şuurudur; ondan mahrum kalan milli şuur, susuz kalmış çiçek gibi kurur.

Mehmed Niyazi
26.08.2006

12 Kasım 2012 Pazartesi

Ntv Tarih Kasım Sayısı




Ntv Tarih kasım sayısıyla bayiilerde.

 Bu ay dergide 1915 Zorunlu İskan Politikası'nın 100. yılına yaklaşırken Anadolu'da 1915 öncesi yaşayan ermeniler anlatılıyor. Kendisi de zorunlu iskana tabi tutulan ve Fransa'ya yerleşen bir ermeni ailesinin ferdi olan P. B. Paboudijan ile yapılan röportaj ve bu kitaptan yapılan alıntılarla farklı bir açıdan  döneme ışık tutacak.

Ayrıca bozkırın sahipsiz çocukları abdalların tarihini, yaşam tarzlarını, inanışlarını uzmanların yorumlarıyla anlatıyor. Büyük usta Neşet Ertaş'ın "Gönül Dağı" isimli cd siyle beraber.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Cemil Meriç'ten



Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik.

Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar…

Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları…

İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu.
Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeye başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”

Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına:
“Hayır delikanlı” diye fısıldadılar, “sen bir-az gelişmişsin.”

Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişân-ı zîşân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.

Cemil Meriç - Bu Ülke

Atatürk İçin Bulunan Diğer Soyadları



Soyadı kanunu kabul edildikten sonra Mustafa Kemal'e soyadı bulunması için adeta tayakkuza geçilir.
Hatta CHP meclis Grubu'inde dilci tarihçi üyelerden oluşan bir komisyon kurulur.
Atatürk’ten önce 13 soyadı önerildi. Mustafa Kemal 14. soyadı kabul etti.
1- Kemal Etel-Etil
(Attila’nın adının orijinal söylenişidir. Büyük nehir, ırmak demektir)
2- Kemal Etelalp
(Altay dilinde büyük kahraman anlamına geliyor)
3- Kemal Korkut
(Korkusuz, yavuz, heybetli)
4- Kemal Arız
(Türk kahramanlarından Alp Arız’dan esinlenerek önerilmiş)
5- Kemal Ulaş
(Bir Türk kahramanı Ulaş oğlu Salur Kazan’ın ismi)
6- Kemal Yazır
(Türk kahramanı Yağlıkçı oğlu Yazır’ın ismi)
7- Kemal Emen
(Türk kahramanı Ucen oğlu Emen Beg’in ismi)
8- Kemal Çoğaş
(Güneş, ışık anlamına geliyor)
 9- Kemal Salır
(Türk kahramanlarından birinin adı)
10- Kemal Begit
(Sağlam, kavi anlamına geliyor)
11- Kemal Ergin
(İrfan sahibi, mütekamil demektir)
12- Kemal Tokuş
(Türk kahramanı adı: Ertokuş-Cengaver)
13- Kemal Beşe
(Mümtaz, seçkin anlamına geliyor)

Sizinde bulunan soyadlardaki Türk hakimiyetini dikkatiniz çekmedi mi?


8 Kasım 2012 Perşembe

TIBBİYELİ HİKMET





Bugün Marmara Üniversitesi merkez binası olarak kullanılan İstanbul Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye, Aralık 1918’de işgal edilmişti. Ocak 1919’da İngilizler bizim bu yegâne tıp fakültemizi karargâh hâline getirdiler. Kapılara nöbetçiler dikildi. Bahçede devriyeler dolaşmaya başladı. Bugün de İstanbul’u büyüleyen güzelliğine yeni bir aidiyet mührü olarak yeni ve milli bir kimlik kazandıran o biblo kadar zarif saat kulelerine makineli tüfekler yerleştirildi.

Öğrenciler yataklarından atıldılar.

Tuvaletlere girmeleri yasaklandı.

Resmi kıyafetle dolaşmaları yasaklandı.

Nizamiye kapısından girmeleri yasaklandı.

Püsküllü fes takmaları yasaklandı,

Toplantı yapmaları yasaklandı.

İşte o günlerde Dr. Talat Bey, öğrencilere Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’dan sonra Sivas’ta da bir kongre düzenleyeceğini müjdeledi, kongreye katılmak için aralarından iki temsilci seçmelerini istedi.

Toplantı yapmak yasaklandığı için öğrenciler okulun hamamında bir araya geldiler. Üçüncü sınıf öğrencisi Hikmet ile Yusuf Naci’yi delege seçtiler. Yol masrafları için para toplamaya karar verdiler. Fakat ancak 950 kuruş toplayabilmişlerdi. 50 kuruş da yıllar sonra ordinaryüs profesörlüğe yükselip Egeli soyadını alacak olan arkadaşları Ekrem Şerif’ten aldılar. Böylece 1000 kuruşları oldu.

Fakat bu 1000 kuruş iki kişinin seyahat masraflarını karşılayamazdı. Bu sebeple Yusuf Naci hakkından feragat etti, arkadaşı Hikmet, diğer İstanbul delegeleri olan İsmail Fazıl Paşa ve İsmail Hami Bey’lerle beraber Sivas’a gitti.

Parola: Ya İstiklâl Ya Ölüm

Manda meselesinin müzakere edildiği günün gecesinde Mustafa Kemal Paşa, odasında Denizli temsilcileri Necip Ali ve Yusuf Bey’lerle, Şeyh Hacı Fevzi Efendi, Ahmet Nuri Bey’ler ve diğer bazı delegelerle görüşüyordu. Konu manda ve müzaheretti.

İstanbul’dan Sivas’a kadar manda taraftarı İsmail Fazıl Paşa ve İsmail Hami Bey’le birlikte geldiği halde, İdealizminden hiçbir şey kaybetmediği anlaşılanHikmet arkalardan sesini yükseltti.

-Paşam! Murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler! Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı muhal manda fikrini siz de kabul ederseniz sizi de red ederiz.

Bu kararlı duruş Mustafa Kemal Paşa’yı son derece memnun etti. Belki ona kuvvet de verdi. Ve dedi ki:

- Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklâl Ya Ölüm!

Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelecek, 23 Nisan 1920’de Meclis açılacak, böylece o güne kadar kongre kararlarıyla yürütülen milli mücadeleyi artık milli irade istikâmetlendirecektir.

Tıbbiyeli Hikmet Kimdir?

Sivas Kongresi’nde diğer bazı delegelerle birlikte İstanbul’u temsil eden Tıbbiyeli Hikmet ünlü sunucumuz Orhan Boran’ın babasıdır. Ahmet Necip Günaydın’ın verdiği bilgilere göre 1910 yılında Balıkesir’in Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta-telgraf memuru Hakkı Bey’in oğludur. Tıbbiye’nin kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ta arkadaşlarıyla beraber silahlı düşman askerleri ile korunan okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk bayrağı asmıştır. Farkında olunmasa bile her yıl 14 Mart’ta kutlanan işte bu bayrak asma olayıdır. Hikmet daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılacak, 1922’de eğitimini tamamlayıp askeri doktor olarak göreve başlayacaktır.

Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra Sivas Kongresi’nin biricik ateşli genç tıbbiyelisinin nerede olduğunu sormuştur. Maksadı onu milletvekili yapmaktır.Hikmet Bey o sıralarda Albay rütbesi ile bir asker hastahanesinde başhekim olarak görev yaptığı halde Paşa’ya onun öldüğünü söylemişlerdir. Oysa Türkiye bu vatansever evladını 1945’te kaybedecektir.

Kaynak: Necdet Sevinç, İstiklâl Harbi'nde etnik ihanet, s. 142-43-44

5 Kasım 2012 Pazartesi

Osmanlı, Mescid-i Nebevî'de Peygamberimiz'in Hatırasını Yaşatmıştı

Mescid-i Nebevî Osmanlı döneminde en büyük onarımı, Sultan Abdülmecid döneminde aslına sadık kalınarak geçirmişti.

Mekke gibi Medine de Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Mescid-i Nebevî tamir edilmiş ve yenileme çalışmaları yapılmıştı. Tanzimat hükümdarı Sultan Abdülmecid 387 yıl önemli bir onarım ve yenileme görmeyen Hz. Peygamber'in mescidini yeniden inşa ettirdi. Haremeyn tarihi konusunda dünyadaki sayılı uzmanlardan Doç. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı bu konuda birçok araştırma yapmıştır.

HAREMEYN'İN HİZMETİNDE

Mescid-i Nebevî'nin uzun zamandır önemli bir imar ve yenileme görmediği, bundan dolayı da büyük bir kısmının harap olmaya yüz tuttuğu yönünde rapor verilince, sultanın emriyle bir keşif yapıldı. Sultan Abdülmecid 1849 sonlarında mescidi kendisinden önceki yapılanlara bağlı kalmadan yeniden inşa etmeye karar verdi.
Sultan Abdülmecid, Mescid-i Nebevî'yi Osmanlı selâtin camileri gibi dört sütun üzerinde tek kubbeli olarak yaptırmak istedi, ancak mescidin özel durumu sebebiyle bundan vazgeçti. Hz. Peygamber'in "Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir" şeklindeki hadisi bu kararda rol oynamıştı.

İslâmiyet'in ilk döneminden hatıralar taşıyan sütunların da yer aldığı Ravza-i Mutahhara ile Hz. Peygamber'in defnedildiği Hz. Aişe'nin odası Hücre-i Saadet'in, Mescid-i Nebevî'nin diğer bölümlerden farklı olduğunun gösterilebilmesi gerekliliği, tek kubbeli yapılmasına izin vermiyordu. Bundan dolayı Mescid-i Nebevî'nin yeniden inşası planlanırken Ravza-i Mutahhara ile Hücre-i Saadet ayrı bölümler olarak tasarlandı.

PEYGAMBERİMİZ'İN HATIRASI YAŞATILDI

Mescidin tamiratı 1861'de bitirildi. Mescid-i Nebevî'de gerçekleştirilen her türlü düzenleme ve yeniliğin Hz. Peygamber'in uygulama ve hatırasına uygun olması için yapım süresince şehrin ileri gelenleri ile fakihlerin sürekli olarak onayları alındı. Sultan Abdülmecid durumu bizzat takip edip, zaman zaman uyarılarda bulundu.

Mescidin batı duvarı, minber, mihrap ve ana minare sağlam ve orijinal olduğundan hiç dokunulmadı. Geriye kalan kısmının tamamı yenilenip, zeminine mermer döşendi ve mescidin alanı 10 bin 939 metrekareye ulaştı.
Taş rengine benzer bir şekilde boyanan sütunların başlıkları altınla süslendi ve sütunlar üzengiler üzerinde birleşen kirişlerle birbirine bağlandı. Sütun başlıkları altınla süslenirken kıble duvarı Osmanlı çinileriyle kaplandı.



OSMANLI HATLARI

Hattat Abdullah Zühdi Efendi, üç yıl süren bir çalışmadan sonra Hücre-i Saadet'i, Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnaklarını, kıble duvarı başta olmak üzere duvarlarını, kapılarını, mihrap ve sütunlarını kuşak halinde celî-sülüs tarzında âyetler, hadisler, Hz. Peygamber'in ve mescidinin adları ve sıfatlarıyla tezyin etti. Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnağına ve kıble duvarına, âyetler, hadisler ve Hz. Peygamber'in sıfatları nakşedildi.

Abdullah Zühdi'nin, Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnağı ve kıble duvarlarına yazdığı Hz. Muhammed'le ilgili celî-sülüs âyet ve kasideler, celî-sülüs zeren-dûd, "Aman lafzı senin ismi şerîfinle müsâvidir / Onunçün âşıkınzârı amandır yâ Resûlallah" levhası hat sanatımızda Hz. Peygamber'le ilgili meşhur levhaların başında gelir.

Sultan Abdülmecid kendisinden önceki Osmanlı padişahları gibi Mescid-i Nebevî'nin tefrişine ayrı bir önem verdi. İstanbul ve Kahire'den en güzel seccadeler ve halılar gönderildi. İstanbul ve Mısır'dan yollanan malzeme ve eşya hariç 750 bin mecidiyenin harcanması, yapılan yatırımın büyüklüğünü göstermektedir.


Mescid-i Nebevî

Hz. Peygamber 24 Eylül 622 Cuma günü Me­dine'ye girdiğinde kendisini davet edenleri kırmamak için devesi Kasvâ'nın çöktüğü yere en ya­kın olan evde konaklayacağını ilan etmişti. Daha sonra Kasvâ'nın çöktüğü alan Mescid-i Nebevî'nin yeri olarak belirlendi. Mescid-i Nebevî'nin Eylül 622'de başlayan inşası Nisan 623'te tamamlandı. Mescidin ilk şekli, taş temel üzerine tek sıra kerpiç­ten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarıyla kuşatılarak üstü açık bi­çimde, yaklaşık bin 22 metrekarelik bir alanı kapsıyordu. Mescidin kıblesi başlangıçta Kudüs'e yönelikti ve üç ka­pısı vardı. Kıble Hicret'ten on altı veya on yedi ay son­ra Kudüs'ten Mekke'deki Kâbe'ye çevri­lince güneyde bulunan yeni kıble tarafı­na gelen kapı kapatılarak kuzey duvarın­da yeni bir kapı açıldı.

Mescid-i Nebevî Müslümanlar'ın sayısının artma­sıyla ihtiyaca cevap veremeyince 628'de yeni ilâvelerle ge­nişletildi. Yaklaşık 2 bin 433 metrekarelik bir alana ulaşan Mescid-i Nebevî kare planlı hale geldi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevî'nin Hz. Peygamber'in namaz kıldırdığı yerine yağ­mur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerine bir sun­durma yapıldı.

Hz. Ömer zamanında ta­vanı yükseltilen ve kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevî'nin alanı 4 bin 88 metrekare oldu. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevî genişletilerek yeniden inşa edildi. Mescid-i Nebevî'nin alanı yaklaşık 5 bin 378 metrekareye ulaştı. Emeviler zamanında mescit iki misline yakın büyütüldü. Memlûk devleti döneminde de mescitte tamirat ve yenileme faaliyetleri yapıldı.

Suûdîler ve Mescid-i Nebevî

Suûdîler döneminde 1949'da başlayıp 1955'te tamamlanan ilk genişletme sıra­sında Mescid-i Nebevî 16 bin 326 metrekarelik ala­na ulaştı. 22 Ekim 1955'te bazı İslâm dev­let başkanlarının da katıldığı açılış töreni yapıldı. Mescid-i Nebevî'nin tarihinde en büyük genişletme ve imar faaliyeti 1984-1994 yılları arasında gerçekleştirildi. Mescidin alanı 98 bin 326 metrekare olurken Mes­cid-i Nebevî damı ve avlusuyla, aynı anda 650 bin kişinin ibadet edebileceği 400 bin metrekarelik bir alanı kaplıyordu. Minarelerin sayısı ise ona çıkarıldı.

İlk Osmanlı imarı

Osmanlı hâkimiyeti altına girdikten sonra Mescid-i Nebevî'de ilk imar faaliyeti Kanunî zamanında yapıldı. 1531-1540 yılları arasında İstanbul'dan gönderilen mimar ve ustalar hücre-i saadetin batı duvarı başta olmak üzere Mescid-i Nebevî'yi onarıp, yenilediler.

Padişahlar yarıştı

Kanunî'den sonra II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman, I. Abdülhamid, III. Selim, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid Mescid-i Nebevî'de bazı ta­mirat ve yenilemeler gerçekleştirdiler.

Erhan Afyoncu

04.11.2012
Bugün

3 Kasım 2012 Cumartesi

DUKHA HALKI "KAYIP TÜRKLER"


Atlas Dergisi Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek ve fotoğrafçı Selcen Küçüküstel, Moğolistan'ın Kuzey sınırındaki Sayan Dağları yamaçlarında yaşayan ve Türkçe konuşan 'Dukha' adlı toplulukla 2 ay geçirdiler.


Yüksek ve Küçüküstel, dünyada benzeri olmayan özellikleriyle Türklerin en saf, en eski sırlarına sahip olduğu belirttikleri Dukhalar'ın çadırına konuk oldular. Dukhaları inceleyen Özcan Yüksek ve Selcen Küçüküstel, "Dukha Halkı Kayıp Türkler" adlı belgesel hazırladılar. Belgeselin tanıtımı bugün İstanbul'da gerçekleşti. Dukhalar için dünyadaki insanlardan çok farklı yaşadıklarını söyleyen Özcan Yüksek, "Tarih öncesini yaşayan ve bizimle aynı dili konuşan bir toplumla karşı karşıyayız" dedi. Yüksek, "Bundan 10 bin yıl önce insanların yaşadığı şekilde yaşıyorlar. Herşeyi ortaklaşa paylaşıyorlar. Aralarında eşitlikçi ilişkiler var. Suç işlenmiyorlar. Kadın erkekten ya da erkek kadından üstün değil. Ren geyikleriyle birlikte onların vahşi göç yollarında onlarla birlikte dolaşıyorlar" şeklinde konuştu.

Yeditepe Üniversitesi Kültürel antropoloji Bölümü Yüksek Lisans öğrencisi olan Selcen Küçüküstel de Dukhalarla çok çabuk anlaştığını bir hafta içinde günlük düzeyde konuşabilecek duruma geldiklerin söyledi. Küçüküstel, Dukhaların Türkçe kökenli bir dil konuştuklarını ve dillerinin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtti.


Moğolistan'a Tuva'dan gelen, avlarını paylaşan, ormanlardan yemiş toplayan, doğayla uyumlu ortaklaşmacı bir toplum olan Dukhalar, Sayan Dağları'nda yaşayan ve nesli hızla tükenen rengeyikleriyle birlikte göçebe olarak yaşıyor. Ren geyiklerinin sütü ve peyniriyle, topladıkları yaban yemişleriyle beslenen bu topluluğun Türk dilini konuşması dikkat çekiyor. Şaman inançlarını sürdüren Dukhalar, doğa ile çok özel ilişkiler içindeler. Kirlenmesin diye nehirlerde ellerini biler yıkamıyorlar.